Aralık ayının yirmi birinci gününe, günü gece ve gündüz olarak ikiye böldüğümüzde gecenin en büyük payını aldığı zaman dilimine en uzun gece derler. Bir başka deyişle “Şeb-i Yeldâ”. Fars diline ait olan “Şeb-i Yeldâ” en uzun gece demektir. Peki, “Şeb-i Yeldâ”yı dünya kendisinin ve güneşin etrafında dönüp dururken güneş ışınlarından en fazla mahrum kaldığı zaman dilimi olarak anlatmak, şiirlere bile konuk olmuş bu iki kelime için az sayılmaz mı?
Bosnalı Sabit Efendi’ye ait olduğu tabir edilen bir beyit vardır ki:
“Şeb-i Yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat.”
Yani:
“En uzun geceyi gökbilimciler ve takvim yapanlar ne bilir
Gecelerin kaç saat olduğunu gama tutulmuş olana sor.”
Bu beyitten sonra oturdu parçalar zihnimde. Öyle ya, en uzun geceyi bilmek ve tasvirlemek gökbilimcilerine, coğrafyacılara, muvakkitlere ve daha hayli ilgili meslek erbabına düşmezdi evvela. En uzun geceyi, ne kadar sürdüğünü, neyden az neyden çok olduğunu, gam ve keder sahiplerine, biçarelere, gözlerinden iplik iplik yağmurlar yağdırarak güneşi bekleyenlere sorsunlardı. Çünkü Şeb-i Yeldâ, en çok onlar için Şeb-i Yeldâ’ydı.
Şimdi ne çok Şeb-i Yeldâ çıktı ortaya kim bilir. Lâkin bir tek kişi için yine tek bir Şeb-i Yeldâ... Zira herkesin en uzun gecesi kendineydi ve diğer herkes en uzun olmayanından nasipsizdi. Kimi âşıktı kendi Şeb-i Yeldâ’sında, kimi hasta, kimi hasret, kimi muhtaç, kimi kaybetmiş, kimi sürgün ve kimi de geride kalmış...
Bazen bir özlenenin varlığıdır bir geceyi Şeb-i Yeldâ addetmek için kâfi gelen sebep, bazense onun bile olmayışı. Velhâsıl ikisinde de aynı sebep; yâr... Kimi zaman varlığı, kimi zaman yokluğuyla...
Siz neresinden dilerseniz orasından tutun Şeb-i Yeldâ’yı. Kiminize Aralık’ın yirmi biri olsun, kiminize ruhunuzda açılan bir gediğin sancısının dışavurum vakti hâsılı...
Ben ki şu günlerde Şeb-i Yeldâ’nın bir müdavimi, sizin de Şeb-i Yeldâ’nız oldu mu, Aralık ayının yirmi birinden gayrı?